Kendimi iyi bir meyhaneye attığımda çok mutlu olurum ben. Ortamın büyüsü önemli bir meseledir her daim; tıpkı mezelerin lezzeti ya da servisin kalitesi gibi. Rakı her yerde aynı rakı olsa da, iyi birkaç meze ve fonda eser miktarda Zeki Müren ile rakının tadı mekandan mekana farklılık gösterebilir.
İyi bir meyhane mum ışığıyla aydınlatılmış romantik bir salon değildir. İnsan birbirinin yüzünü görebilmelidir rakı içerken. Birbirinin yüz ifadesinden duygudurumunu anlayabilmeli, yeri geldiğinde mutluluktan, bazen de hüzünden kadeh kaldırabilmelidir.
İyi bir meyhane -bana ister seksist deyin, ister başka bir şey- kadın sayısının sınırlı olduğu bir yerdir. Bugün “sadece erkek misiniz Abi?” diye soran mekanların, Galata Meyhanesi gibi “damsız almayan” mezbelelerin varolduğu bir şehirde, iyi bir meyhane arayan adamın gideceği yer, “Sex and the City” masaları ile çevrilmiş “hoş” bir mekan değildir kuşkusuz.
İyi bir meyhane elbette gözaltı torbaları patlamak üzere olan yaşlı bir amcanın yanınıza oturup Lefter’in kaç yaşına kadar futbol oynadığını anlattığı, meyhanecinin çok içtiğinizde sizi uyardığı, duvarlarda eski güzel günlerin yadigarı resimlerin olduğu, garsonun sizi gözlerinizin içine bakıp anladığı, fonda Müzeyyen Senar’ın rakılı sesinin hafiften yankılandığı tılsımlı bir yerdir.
İyi bir meyhane dostlarınızla gittiğiniz bir yerdir kuşkusuz. Neşenizi ve mutsuzluğunu paylaşmaya gittiğiniz, kendini ait hissettiğiniz bir coğrafyadır.
Konuşmaya, hafiften şarkı mırıldanmaya, mezelerle rakının dünyasında, gerçek dünyadan kopmaya koyulduğunuz bir yerdir meyhane.
İşte sırf bu yüzden adına “meyhane” kelimesini ilave eden bir mekanın çok dikkatli olması gerekir…
Tıpkı Agora Meyhanesi gibi.
Sahibinin sinema sektöründen gelmesi dolayısıyla sanırım, -bir web sitesi bile olmayan, sosyal medya fakiri- bu işletmenin İstanbul’un kalburüstü insancıkları arasında adı bir efsane gibi kulaktan kulağa yayılmıştır zaman içinde. Talep muazzamdır kendisine. Hafta içi bile yer bulmak sorun desem yeridir. Bir koşuşturma, kapıdan çevirme, “onu buraya mı oturtsak, şuraya mı?” paniği süregelmektedir mekanın içinde sürekli.
Alt katından, sahil yolu tarafından girerseniz, elli sene önce Isparta’da bir birahaneye girdiğinizde nasıl bir izbelik görecekseniz onu görürsünüz. Sanırım buraya oturtmuyorlar insanı. “Doğru yerde miyim?” diye sorduğunuzda ise gülümsüyorlar. (küçük sürprizciler sizi!) Bu tepkiye alışmışlar.
Üst kat gayet geniş, üç farklı salonu olan tuhaf bir bölge. Ön tarafı sahil yoluna ve Haliç’e bakıyor. Orta bölüm bahçe(emsi), her yanı kapalı, ama fosur fosur sigara içiliyor. Arkası ise diğer kapıya açılan nispeten kasvetli bir bölüm. Bendeniz sigara içilen çakma kapalı alanda oturdum. Sobalarla çevrilmişti her yanım. Vücudumun bazı yerleri yandı, bazı bölgeleri üşüdü, lakin rakının çözemeyeceği bir problem değildi bu.
Ortam loş ve tuhaftı. Masalarda minyatür gaz lambası benzeri bir aydınlatma vardı. Duvarlardan sarkan küçük küçük ampüller ve garip süslemeler mekana elektrikleri kesilmiş bir nargileci havası veriyordu.
Mekana oturduğumda Zeki Müren çalıyordu. Doğal olarak çok hoşuma gitti bu durum. Fakat sonra, Agora Meyhanesi kalabalıklaştıkça, Sezen Aksu veya türevlerini andıran bir şeyler tıngırdamaya başladı. Fakat mekanın gürültüsü o kadar fazlaydı ki ne çaldığını anlayamadım. Karanlıktan etrafı göremediğimiz bir yerde kahvehane gürültüsü olması içinde bulunduğumuz durumun üzerine “tüy dikti” diyebilirim.
Meze faslında pilaki, lakerda, fava, muhammara benzeri bir Kafkasya mezesi deneme fırsatım oldu. Kötü müydü? Hayır. Harika mıydı? Hayır. Lakerda benim sevdiğim gibi kalınca ve yumuşaktı. (“Aaa orada birçok meze var, neden sadece bunları denedin?” gibi bir soruyla gelmeyin, zira gittiğim akşam gayet az meze vardı ve aralarından bunları seçtim)
Ara sıcaklara sıra geldiğinde ise ciğer ve “kemik sıyırma” söyledik. Ciğer gerçekten çok lezzetliydi. Hiç lafım yok. Kemik sıyırma ise kuzunun kemiğe en yakın olan hayli yağlı kısmında yapılma bir yemekti. Tadı bana kalırsa çok lezzetliydi, lakin dudak şişiren cinsten bir acısı vardı. Yemesi biraz zordu diyebilirim.
Ana yemek faslında kesinlikle yemeyeceğim birkaç ufak balığın ismi sayıldığı için doğrudan tatlıya geçerek şekli gerçekten memeye çok benzeyen bir dondurmalı irmik helvası söyledim. İrmik helvası nasıl olursa öyleydi tadı işte…
Nihayet yemek sonlandığında büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum Agora Meyhanesi’nde. Mekanın ortaklarından ve sürekli ortada dolaşarak “front man”lik görevini layıkıyla yerine getiren Ezel Akay’ın mekanıyla ilgili yorumunu okudum sonra bir yerlerde: Agora “bir multi-etnik, multi-kültürel Osmanlı meyhanesi”ymiş…
Şimdi iki elimi bir araya getirdiğimi, bir elimle diğerini bileğinden tuttuğumu hayal edin, kafanızda hareketi tamamlayın ve “şırrraaaakkk” diye bir ses geldiğini düşleyin.
Mutli-kültürel günler dilerim efendim!