Uzun zaman önce doğmuşum. Fenerbahçe Demiryolu Kampı’ndan denize girerken çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarımı görünce anladım bunu.
Yetmişli yıllar olmalı…
30 yıl boyunca Kızıltoprak-Kalamış-Fenerbahçe üçgeninde dolanarak adam olduğumu söylerler.
Sanmıyorum. Geriye dönüp baktığımda, uygarlığa elle tutulur, dişe dokunur bir katkım olmadığını görüyorum.
Karaköy’e yüz otuz sene önce çöreklenmiş, çağdaş engisizyonu andıran bir misyoner okulunda okumuş olduğum da bilinen bir gerçektir. Hakkında okurken ve mezuniyet sonrası on yıl kadar bilumum ağır küfürleri savurduğum bu okul, aslında beni ben yapan tüm iyi özelliklerimi aldığım yermiş. Bunu şimdi anlıyorum. (Geç anlamamla tanınırım sevgili okurlar).
Bilişim profesyonelliği yaptığıma dair dedikodular vardır. Sakın bunlara inanmayın! Bir dijital ajansta çalışıyorum. Bilişimden ziyade pazarlamaya yakın bir meslek bu.
Bir dönem, (Türkiye’deki her bilişimci gibi) ne yaptığına dair en ufak fikri olmadan bilişim sektöründe çalıştığım ise doğrudur. Bu çok eskilerde kaldı artık. Şimdi başka meselelerle meşgulüm.
Şu anda nerede yaşadığımı soracak olursanız, Şükrü Saraçoğlu Üst Maraton D tribünü diyebilirim.Santra çizgisinin hemen sol tarafındayım.
Çok büyük beklentilerim ve krizlerim olduğu söylenemez. Yelkenli veya motosiklet almayı içeren bir orta yaş krizi yaşamıyorum. Tango ya da fotoğraf kurslarına gidip vasat bir fotoğrafçı ve kazma bir tangocu olmak gibi hırslarım yok. Masturbatif bahçıvanlık eğitimleri, amatör ahçılık kursları, öykü yazma atölyeleri gibi yeteneksiz insanların yetenek kazanmaya çalıştıları yerler beni hiç ilgilendirmiyor. Yaşam boyu eğitim meselesi umurumda değil.
“Herkes beni sevsin” diye yaşayan insanları, doymak için yiyenleri, kendini başkasının yerine koymayı beceremeyenleri, spor yazarlarını, spor spikerlerini, spor yorumcularını, her türlü kültürel aktiviteyi yap-malı, et-meli mantığı ile asker gibi uygulayanları, hiç okumadan Orhan Pamuk sevmeyenleri, rakı içmeyenleri, çok konuşanları, Beyoğlu’ndan korkanları, işsiz güçsüz insanları sevmiyorum.
Hayata bakışımı en iyi özetleyen, Atatürk’ün İzmir Körfezi’ne bakıp rakı içerken söylediği sözlerdir:
“Bu manzaraya karşı rakı içmediyse, Venizelos İzmir’i neden işgal etti?”
Bu kadar basit…
Bu yaşlı şehirde yeterince yaşadım. Yeterince gezdim, dolaştım, yedim, içtim, sevindim, hayretlere düştüm, üzüldüm, coştum. Gerekli yerlerini, sokaklarını, meyhanelerini, lokantalarını bilirim bu kentin.
Bazen sokaklarında sarhoş oldum, bazen fazlasıyla ayıktım.
Zaman zaman hayatı sorguladım, çoğunlukla da hiçbir şey umurumda olmadan aval aval dolandım.
İlk anımsadığım şey: Bir nokta geldi, artık yaşadıklarımı paylaşmak istedim.
İkinci anımsadığım şey: Eğer bunu da yapmazsam benden geriye bir nokta, bir virgül bile kalmayacaktı.
İlk fark ettiğim: O kadar saçma sapan şey var ki, en dişe dokunanlarını paylaşmak lazımdı.
Hayretle gördüm ki, yediklerimi, içtiklerimi paylaşmaktan ziyade yapacağım bir şey yok.
Ben de gittiğim mekanları, yediğim yemekleri anlatmaya başladım.
Yemek yapmaktan anladığım sanılmasın sakın. Hiç anlamam, açıkçası çok ilgi de duymuyorum. Zaman da bulamıyorum.
Ama yemeği çok iyi bilirim. Bir oturuşta 30 kalem pirzola, bir tabla midye dolma, 15 tane sütlü nuriye indirebilirim mideye.
Yemekten ve yazmaktan anlarım sözün kısası. Yalnız yazdıklarımda edebi bir tat arayanlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Çoğu zaman çala-klavye yazılmış metinlerle kaşılaşacaksınız burada. Zira vakit darlığından düzeltmek pek mümkün olmamaktadır.
Yine de okuyun…
Özellikle İstanbul’da nerelere gidilmesi gerektiğini merak ediyorsanız yapın bunu. Haftada bir güncellediğim bu sitede zaman zaman merak ettiklerinize cevap bulacaksınız.
Gidip yemesi size kalmış.
Alp