Moralim bozuktu bir süredir. Bu ülkede yaşayan aklı başında her bireyin yapması gerektiği gibi, memlekette olup bitenlere kafa yoruyordun. Günlerim kendime göre derin bulduğum Ingeborg Bachmann ve Karl Ove Knausgaard okumalarıyla geçiyor, iş güç derken saatler akıveriyordu. Sinema festivali vakti yaklaşmıştı, program çizelgelerine bakmaktan şaşı olmuş, günler arasında dansözlük yapar hale gelmiştim. Sonra “Muse gelecek!” dediler, burada tam tarif etmemin mümkün olmadığı, ama mutluluğa yakın bir his içimi yalayıp geçti. Tüm tersliklere rağmen iyi bir şeyler olma ihtimali, tünelin sonundaki ışık misali hayatımın karanlık dehlizlerinde dolanıyordu demek ki.
Bir yazar blokajı durumu söz konusu değildi kesinlikle; zira elimden geldiğince hayatı kayıt altına alıyordum yine. Kelimeler beni terk etmemişti; aksine bol keseden saçabiliyordum onları etrafa. Lakin keyif almak için yazdığım yemek yazılarının, bu keyifsiz dönemin dinamikleriyle çok örtüşmediğini de biliyordum. O yüzden suskundum. Bir aydır sessizdim. Kendi bloguna küsmüş bir yemek yazarının kimseye anlatamayacağı bir bönlükle duvarları seyrediyordum.
Sonra Toi Akaretler‘de yemek yedim bir akşam. Bu yemekte şef İsmet Saz ile tanıştım. Kuvvetli bir sohbetin eşliğinde masaya gelen yemeklerin damağımda bıraktıkları etki, verdikleri mesaj ve sarsıcı darbeleriyle kendime geldim. Zira hiçbir şey, hayat kadar şaşırtıcı olamazdı; iyi bir yemek hariç!
İsmet Saz’ın kişisel tarihçesinin Gordon Ramsey‘nin yerlerinde çalışmış olmayı kapsaması, New York’ta geçirdiği seneler, mutfak ve yemeğe dair radikal görüşleri dinlemeye değer, insanı sarsan gerçekler. Bu deneyimleri yaşamış, bu görüşleri biriktirmiş, böylesi bir uçarı, agresif ve etkleyici kıvama ulaşmış bir şefin elinden çıkan yemeklerin, İsmet Saz‘ın kişiliğine paralel olması kadar doğal bir durum yok tabii ki.
Toi Akaretler, adından da anlaşılacağı üzere Akaretler bölgesinde, son kertede rahat bulunabilecek bir konumda, nispeten küçük ve benim gibilere yeme-içmenin derin mutluluğunu tattırabilecek şekilde ustalıkla kurgulanmış bir şef lokantası. Standart bir günde 40 kişiyi ağırlayabileceğini düşünsek yanılmış olmayız. Oturup yemeğimizin keyfine varabileceğimiz, güzel havalarda üzeri açılabilen ana-salon, şirin ve etkileyici kokteylerin üretildiği bar ve diğer tarafta, bendenizin de harikulade vakit geçirdiği chef’s table bölgesi…
Toi Akaretler‘de tüm modern zaman lokantalarında gözümüze çarpan “tadım menüsü” uygulaması mevcut. Yerinizde olsam, burayı ziyarete gittiğinizde, iki tadım seçeneğinden birini deneyimler, hatta şarap eşleştirmesini de sepete atıp sonuna kadar giderim.
Bu deneyimi normal lokanta bölümünde de yaşamanız mümkün, benim yaptığım gibi chef’s table alanında da. Rezervasyon yaparken (ki mutlaka yapmalısınız) normal menüye göre daha pahalı, ama hiç şüphesiz ki insanın aklında çok daha fazla yer eden bu deneyimi gözardı etmemenizi tavsiye ederim.
Peki beni tokatlayıp kendime getiren, sarsıp tekrar yazmama neden olan bu lokantada neler mi yedim? Buyrun yemeklere o zaman:
Günün anlam ve önemine uygun bir amuse bouche’un ardından, tadım menüsü deneyimi yer leması volute ile açılıyor. Zarif ve insanı daha kuvvetli lezzetlere hazırlayan hoş bir girizgah diyebilirim.
Sonrasında ızgara ahtapot ve taze patates ile kırmızı soğan geliyor masaya. Benden söylemesi, Toi Akaretler‘de mideye indirdiğim ahtapot, ömrü hayatım boyunca karşıma çıkan en müthiş ahtapot çalışması. Olmuş! Ahtapotun ağzımda dağılırken verdiği o kadifemsi tadı yaşamım boyunca unutmam imkansız.
Bir sonraki durak kinoa ile hazırlanmış bir yatakta usulca yatan karideslerdi. Tadı gerçekten hoşuma gitse de, esas dikkatimi cezbeden, azılı bir kinoa düşmanı olan bendenizin bile hayranlığına gark olan lezzetteki o kinoa yatağıydı. Bunu şefe söylediğimde ise, beni daha da şaşırtacağını vurgulayarak hemen bir “kavrulmuş kinoa” hazırlayıverdi. Bunu denerseniz parmaklarınızı yersiniz, benden söylemesi. Akıl uçuran bir lezzeti var!
Arada ağzımız tatlansın diye lüplettiğimiz istiridyeleri ve muazzam bir ahenk ve “lime” donuşu ile hazırlanmış guacamole soslu nachos‘u ayrıca anlatmıyorum. Nefis ötesiydi resmen.
Ardından fırınlanmış pancar ve tulum peyniri ile gelen, limon aromalı risotto şenlendirdi masayı. Normalde Risottoda hayal kırıklığına alışkın bir insan olarak çok beklentim yoktu ismini duyduğumda, ama yerken beklentilerimin çok üstünde, gerçekten olağanüstü diyebileceğim bir risotto ile karşılaştım. Harikaydı!
Sonra bir dakikalık saygı duruşu… Truf sos, kremalı ıspanak ve patates püresi ile servis dilen Beef Wellington! Sözün bittiği yer. Toi Akaretler’de yediğim ahtapot Süleymaniye Camii ise, Wellington bifteği Selimiye ile kıyaslanır ancak. Tek kelimelik ifadelerle anlamalı bu yemeği… Muazzam! Gerçekötesi! Extraterrestrial! Başyapıt!… Ağzımda uzun zamandır hissetmediğim ve nice zaman hissedemeyeceğim bir duygu seli oluşturan bu yemek önünde eğiliyorum. Etin yumuşaklığı ve beni çıkardığı bu yolculuk herkese nasip olsun!
Finali İsmet Saz’ın New York günlerine atfettiği New York Cheesecake ile yapmaktan daha doğal ne olabilirdi bilemiyorum. Çok özel, yoğun ve sıkıştırılmış bir lezzeti vardı tam tarif etmem gerekirse. Bayıldım.
Sözün özü şu sevgili okurlar: Toi Akaretler, hiç kuşkusuz İstanbul’un en iyi lokantalarından biri. Bu tartışmaya açık bir konu değil. Zamana yenilmez, İsmet Saz heyecanını kaybetmez ve bu enerji ile devam ederse, günün birinde “en iyi” olmaya aday bana kalırsa.
Denemediyseniz büyük kayıp!
1 comment
Yemekleri biz de beğendik ama fosur fosur sigara içiliyor kapalı ortamda. Bu durumdan hiç bahsetmemişsiniz. Böyle bir kabahatin yanlarına kalmasına çok kızıyorum açıkcası.